Türkiye toprakları, insanın geçtiği ve yaşadığı dünyanın ilk yerleşim yerlerindendir. Aynı zamanda dünyanın en kırılgan bölgelerinden birinde, aktif deprem kuşakları üzerinde bulunan bir coğrafyada yer almaktadır.
Türkiye’de yer şekillerinin oluşum sürecinin son evresi dördüncü jeolojik (Kuaterner) zamandır. Günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce, Türkiye arazisi bugünkü halini kazanmıştır.
Yer kabuğu, levhalardan oluşur. Levhaların hareketleri sonucu oluşan gerilme ve sıkışmalar, yer kabuğunun bazı bölümlerinde yüzyıllar boyunca enerji biriktirir. Bu enerjiler zaman zaman ortaya çıkar. Yer kabuğundaki bu hareketli kesimlere Fay adı verilir. Levhaların birbirlerine sürtünmesi sırasında, büyük kaya kütlelerinin arasında kalan “fay” adını verdiğimiz zayıf yerler giderek zorlanırlar. Zorlanma ve sürtünmenin etkisiyle kısa bir zaman içerisinde çok şiddetli bir kırılma ve hareket ortaya çıkar. Oluşan bu harekete “deprem” denir.
Geçmişten bugüne can ve mal kayıplarının yaşandığı birçok depremin bu coğrafyada meydana geldiğini, deprem tarihimiz bize bir kez daha hatırlattı. Depremin üçüncü gününde zorlu iklim koşulları altında moloz yığınları arasında insan arıyoruz. Toplum olarak ağır bedeller ödüyoruz. Şu ana kadar 8574’den fazla insanımızın hayatını kaybettiği, 49 binin üzerinde yaralımızın olduğu böyle bir depremin sorumluluğu “doğal felâket” adıyla doğanın üzerine yıkılamaz. Sorgulanmalıdır.
İletişimden ulaşıma, deprem toplanma alanlarından afet sonrası yapılacak olanlara kadar deprem sonrası yaşananlar, durumumuzun vahametini açıkça ortaya koymaktadır. Ülke olarak depreme hazırlıklı olmadığımız bir kez daha görülmüştür. Belleğimiz zayıf ve yaşadığımız depremlerden dersler çıkarmıyoruz. Deprem bilimcilerinin uyarılarına rağmen yıllar içinde ne önlem alınmış, ne de ciddi bir hazırlık yapılmıştır. Onca felaketten sonra hiçbir şeyin değişmediğine tanık olmak üzülmenin ötesinde sorgulanması gereken bir durumdur. Bir sürü kanun değişikliği yapıldı. Avrupa standartlarına ulaşıldı. Yani kanunlarımızda bir sorun yok. Sorun uygulamada, az gelişmişliğimizde…
Neden aradan geçen onca yıla karşın gerekli hazırlıklar yapılmamıştır? Neden tüm illerde dönüşümü gerçekleşecek binalar tespit edilmedi? İllerin deprem planı neden yok, varsa neden uygulanmıyor? Deprem sonrasında toplanma, arama, kurtarma, yardım çalışmaları neden örgütlü yapılmıyor? İmar barışıyla binaların yükü denetimsiz olarak neden arttırıldı? Kamu binaları depremde stratejik öneme sahip yerlerdir. Ayakta kalması gereken bu binalar afet sırasında çöktü. Oysa depremde vatandaşların sığınabilecekleri en güvenli yerler olmalıdır. Yoksa kamu binaları yapı denetimden muaf kurumlar mıdır?
Tüm bu sorular ve yanıtları, içinde yaşadığımız kapitalist sistemden ayrı düşünülemez. Geç kapitalistleşen bir ülke olan Türkiye, kapitalistleşme sürecindeki yarışa geç katılmıştır. Bu nedenle Türkiye burjuvazisi açgözlüdür, rantçıdır, fırsatçıdır. Devlete yaslanarak büyümek (devlet kaynaklarını semirmek, el koymak) onun temel niteliğidir.
Ülkemizde neoliberal politikaların hız kazandığı 2000’li yıllar, aynı zamanda kentleşmenin de hızlandığı yıllardır. Türkiye’de kırdan kente göç eden milyonlarca insan barınma sorunuyla karşılaştı. Kentlerde zaten yetersiz olan konut sayısı bir de var olanların sağlıksız ve depreme dayanıksız oluşucyla birleşip konuta olan ihtiyacı arttırmıştır. Yani kent çevresindeki bakir tarım topraklarının yerleşime uygun olup olmadığına bakılmaksızın (Alüvyon tabakalar, gevşek dolgu alanlar vb.) ranta kurban edildiği, betona dönüştüğü yıllardır. Bu alan yandaş, açgözlü sermaye çevrelerinin iştahını kabartmış ve zamanla en büyük kazanç kapısı olmuştur. Sermaye birikimi alanı olan ‘inşaat ile büyüme’ bir devlet politikası haline gelmiştir. Ranta açılan alanlarda canlıların doğal yaşam alanları yok edilmiş, ekolojik yıkım hızlanmıştır. Doğa ile uyum içinde yaşamak yerine doğal çevre ve kentler sermayenin rant alanlarına dönüştürülmüştür.
Doğanın böylesine tahrip edilmesi bu bölgelerde deprem riskini de artırmıştır. Türkiye’de depremlerin felakete dönüşmesinin temel nedeni daha fazla kâr amacıyla yerleşim yeri seçiminde ve yapı inşasında doğayı ve bilimi hiçe sayan kapitalist anlayıştır. Bugüne kadar felaketin sorumlusu olan bu anlayış, her depremi fırsata çevirmiş ve yıkılan alanların inşasını yeni yatırım alanı olarak görmüştür.
Doğa olaylarını (deprem, sel, hortum, fırtına vb.) yok etmek, ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ama verebileceği zararı en aza indirgemek mümkündür. Bu da ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle yakından ilgilidir.
Japonya depreme karşı mücadelede örnek alınacak bir ülkedir. Bina girişlerinde “Bu bina 7,5 şiddetindeki depreme dayanıklıdır” diye yazabilen bir deprem teknolojisine sahiptir. Japonya’da ilkokuldan itibaren tüm okullarda deprem dersi, zorunlu bir ders olarak okutulmuş ve toplumda bir deprem bilincinin oluşması sağlanmıştır. Böylece deprem sorgulanmış ve oluşturulan deprem bilinci ile ülke insanları depremle birlikte yaşamayı öğrenmişlerdir. Bu noktada ulaşılan teknolojinin yanında, örgütlü toplum olmanın ve eğitimin de büyük rolü olmuştur. Örgütlü olmak hayat kurtarır.
Depreme dayanıklı binaların yapılmasını sağlayan bu teknolojiyi ülkemize taşımak, ülkemizi yönetenlerin birinci görevidir. Halkımızın bunu hak ettiğini düşünüyorum. Ayrıca halkımızın siyasi iradeyi aşarak bu depremde gösterdiği dayanışma, basına yansıyan kimi olumsuzluklara rağmen takdire şayandır.
Depremden korunmanın birinci şartı fay hatları üzerinde yerleşim yerleri kurmamaktır. Oysa ülkemize ait aşağıdaki fay hattı haritası incelendiğinde, nüfusun büyük bir bölümünün fay hatları üzerinde yaşadığı (55 ilimiz 1.derece deprem bölgesinde yer almaktadır) görülmektedir. Şehirlerimizin yerlerini değiştiremeyeceğimize göre, yapılması gereken bellidir. Depremlerin oluşturacağı hasarları azaltmanın en etkin iki yolu depreme dayanıklı yapılar inşa etmek ve toplumu depreme karşı eğitmektir. Ayrıca bugüne kadar yapmadığımız bir başka şeyi de yapmalıyız. Bu büyük depremden dersler çıkarmalıyız.
Bundan sonrası için neler yapılmalı?
Devletin bir stratejik planı varsa bir an önce uygulamaya koymalıdır. Yoksa deprem bilimcilerinin deprem araştırma veri sonuçlarına göre acilen bir stratejik plan yapılmalıdır. Başta İstanbul olmak üzere pilot iller belirlenmeli ve bu illerde Yapı Denetimi Kanunu’ndan (10/04/2000) önce yapılan tüm binalar taranmalıdır.
Eskiden kalma, yorgun, yeni bir depremin tabutları gibi duran yüksek katlı riskli binalar tespit edilmelidir. Güçlendirilmesi gerekenler için çalışmalar başlatılmalıdır. Dönüşümü zorunlu binaların, hatta mahallelerin bir an önce yıkımları yapılarak kentsel dönüşüm başlatılmalıdır. Devlet bu işi bireylere bırakmamalıdır. Bu bir rant projesi olmamalı, yerel yönetimlerin ortak edildiği bir program dahilinde uygulanmalıdır. Bu aynı zamanda bugün vatandaşlarımızın yaşadığı barınma sorununu da çözecek büyük bir sosyal konut projesine dönüşmelidir.
Peki bunu yapacak bir siyasi irade var mı?
Bunu ancak insanı hayatın merkezine koyan, vatandaşlarının ekonomik ve sosyal haklarını gözeten bir sosyal devlet anlayışına sahip bir siyasi iradenin gerçekleştirebileceğine inanıyorum. Bugün bu tek adam iktidarının uyguladığı politikalar sonucunda, başta eğitim ve sağlık hizmetleri olmak üzere birçok hizmet alanı, piyasa koşullarına terk edilmiştir. Yani devletin sosyal tarafı tasfiye edilerek parası olanın daha iyi eğitim, daha iyi sağlık hizmeti aldığı bir ülke olmuştur. Yalnız devletin sosyal tarafı değil, bizi bir arada tutan ortak duygu düşünce ve değerlerde yok edilmiştir. Çünkü iktidar orta çağdan kalma bir anlayışla toplumu kimlik, inanç, yaşam tarzı, etnik ve mezhep temelinde ayrıştırmaktadır.
Bir ülkenin sosyal devlet olmasının esası, ekonomisi ve insanına verdiği değerle ölçülür. Eğer bir ülkede eğitim, sağlık vb. temel hizmetler ücretli hale getirilip ardından alınıp satılıyorsa, toplumun önemli bir bölümü açlık ve yoksulluk sınırında yaşıyorsa, zengin daha da zenginleşiyorsa o ülkede sosyal devletten söz edilemez.
Deprem, yaşadığımız coğrafyanın bir kaderi olabilir. Ama çürük, depreme dayanıksız yapılar ve bunlardan dolayı meydana gelen ölümler kaderimiz olmamalıdır.